kaç kez

3 Temmuz 2011 Pazar

YASAKLAR VE ÖNERİLER

-“Gelinen son nokta” tanımlaması yasaklansın.. “Teknoloji de gelinen son nokta” haberini yapan gazete yasaklansın bu da yasaklamada gelinen son nokta olsun. 
- Flaş Flaş Flaş spotu kaldırılsın yazanın gözüne yarım saat süreyle flaş patlatılsın
-“Sokaktaki Adam” tutuklansın. Ev hapsine alınıp sokağa çıkarılmasın. Sokaktaki adam ne düşünüyor diye haber yapan gazetecilere itibar edilmesin.

EV




Simitdir ev, Ankara’dır.

Çarpık kentleşmedir belki ama düzgün Cumhuriyet’e göçtür.

Polise,zabıtaya karşı komşular gözcüdür, gece konmuştur tuğlaları. Oturmak için yapıldığı zannedilmesin sadece, duvarlarına yazıdır ev, “Tek Yol”dur her şeye.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Klonlanmış Hayatlar

Koyun Doly insanlığa, bedenlerimizin bire bir kopyalanabileceğini gösterdiğinde aklıma ilk gelen “bunu başarabilmiş olabilirler ama beni ben yapan acılarımı, korkularımı, sevinçlerimi, pişmanlıklarımı, mutluluklarımı gülüşümü ya da ağlayışımı kopyalayamazlar” olmuştu.
O günlerde dini otoriteler hangi vahiyle buna karşı gelecekleriyle uğraşırken, ben de içsel bir yolculuğa çıkma fırsatı buldum. Temel soru şuydu. Beni ben yapan nedir?
Kazmayı derinlere vurdukça alttan çıkanlar hiç de umduğum gibi olmadı. Benim acılarım gibisi yok muydu? Peki ya o heryerde yankılanan kahkahalarım. Ya kişiliğimin, şahsına münhasır, karmaşık yapısına ne demeli. Ne zaman “işte bana özgü bir şey buldum” desem en az birkaç milyon partnerim olduğunu anlamam uzun sürmüyordu.
Ruhumun dna’sını, varlığımın parmak izlerini, kişiliğimin retinasını bulabileceğime olan inancım an be an azalıyor ve aslında ne kadar benzer hayatlar yaşadığımız gerçeğine yaklaşıyordum.
Klonlanmış hayatlar yaşadığımızı kabul etmenin, eşsizliğine inandığımız ruhumuzda kekremsi bir tad bıraktığının farkındaydım. Ancak bu gerçek, ağırlığını daha önce fark edemediğim garip bir sorumluluğu da sırtımdan alıyordu. İçten içe eşsiz olduğum inancı, aynı zamanda öyle olabilmek uğruna anlamsız çırpınışlarıma zemin olmuştu çünkü.
Böylesine bir tek tipleşmenin, ayırıcı özelliklerimizi tırpanlayarak, ukalalığımızı teste tabi tutmakla kalmayıp, empati yeteneğimize katkısı da olasıdır. İnsana dair ne varsa sana dairdir çünkü.
O gündür ki benzersiz bir hayat yaşamaya çalışmak yerine, iyi yaşanmış hayatları kopyalamaya başlıyorum.

27 Şubat 2011 Pazar

2012 Kıyamet

Bizim bu taraflarda takvimin başlangıcını İsa’ya mı yoksa Muhammed’e mi dayandıracağız konusu tartışılır ve Nasreddin Hoca, Beyşehir Gölü’ne MAYA çalarken; medeniyetler beşiğinden ve haliyle türlü gelişmelerden bihaber olarak, ormanın ortasına, yıldızları ve mimariyi hatmedip, açıklaması zor  enteresan işler çeviren Mayaların takvimi 21 Aralık 2012’de sona eriyor.
Bu günlerde, takvimi başlatanın kimler olduğundan daha çok, kimin bitirdiğinin önemli olması, bu sonun bizim kısa ömrümüze denk gelmesi ile açıklanabilir.Bir çok kültürün en büyük toplu katliam senaryosu  olarak varlığını sürdüren kıyamet olgusu, ne zaman olacağı konusundaki muğlak ipuçları “Bize denk gelmez herhalde” inanışına sürükler Ademoğlu’nu.
Kısalığı, tartışma götürmez naçizane ömrümüze, inatla tükenmez kalem muamelesi etmemiz, öyle olmasını diliyor olmamızdan mıdır yoksa içine sığdıramadıklarımızın verdiği acıdan mı?  

24 Şubat 2011 Perşembe

Soba

Bilinen hikayedir: Bir grup bilim adamı araştırma için arazide çalışırlarken, yağmurdan dolayı bir dağ evine sığınmak zorunda kalırlar. Gözlerine ilk çarpan şey, evdeki  sobanın yerden 1 metre yukarıda, taşların üzerinde durmasıdır. Bir yandan ısınırlarken bir yandan da bunun nedenine ilişkin bilimsel bir tartışma başlar. Matematikçi “Odanın geometrisine göre en uygun yer olduğu için", Jeolog "Herhangi bir deprem durumunda taşların üzerine devrilip yangın çıkarmasın diye", Antropolog "İlkel toplumlarda görülen ateşe tapmanın, ateşe saygıya dönüşmesinden dolayı sobanın 1 metre yukarıda olduğunu" hararetle savunurlarken, içeriye ev sahibi girer ve hemen ev sahibine sorarlar "Neden?" diye. Adam cevap verir: “Boru yetmedi”. 

Nice Yıllara

          Yolu  kaybetmemek uğruna ekmeğinden vazgeçmektir masal Hansel ve Gratel'deki gibi. Aşkın uğruna kurbağayı öpmeyi göze almaktır bazen. Hem de prense dönüşme oranını bilimsel verilerle hesaplayabildiğin halde.

          Kışın karıncanın kapısını bir parça ekmek için çalmayı içine sindirebilmek midir zor olan, yoksa bunu göze alıp o kemanı ormanın derinliklerine işleyen nağmelerle çalmak mıdır, bilinmez. Ama masallar risk almayı anlatır. Büyük vazgeçişleri anlatır. Spartaküs nelerden vazgeçtiyse onu anlatır. Kaf Dağı'nın yüceliği değil bahsi geçen. Olay, boyuna posuna bakmadan dağı gözüne kestirmektir. Ben yapamam dediğinde. Hristiyanlığa bir göz at. Marangozluk yapan Nasıralı bir gencin dünyayı yerinden oynattığına tanık olacaksın. Ancak unutma, tarihe geçme oranın, sonunda kendi atölyenden alınmış çivilerle çarmıha gerilme oranınla doğru orantılıdır.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Titanik

     Demirin su üstünde nasıl yüzebildiği bile tam olarak anlaşılamamışken, okyanusa meydan okumanın hazin sonu gibi gorünüyor bu batış. Derler ki kemanlar hiç susmamış sulara gömülene kadar.
İnsanın, kendi cenazesine keman çalmasındaki ölümü kabullenişin ve karşılayışın anlamının, o sulardan daha derin olduğu su götürmez. Arşimed'den bu yana suyun kaldırma kuvvetini bulmakla övünen insanoğluna suyun indirme kuvvetinin cevabı olarak algılanır ilk bakışta. Ancak gecenin karanlığında oynanan bu oyunu keman sesleri bozar inadına.